Yerli Orduların
İşgali
Bugün İslam âleminde
yaşanan manzaralar adeta yeni bir Moğol istilasının gerçekleştiğini gösteriyor.
Ancak bu kez İslâm topraklarını bu topraklara dışarıdan giren işgalci güçler
değil ne yazık ki içinden çıkmış ihanetçi güçler istila etmiş durumda. Ama
karşılaştığımız manzaralar, korkunç katliamlar, ekranlara yansıyan ve
vicdanları parçalayan görüntüler yerli istilacı güçlerin İslâm beldelerine
dışarıdan girmiş saldırgan güçlerden hiç farklı olmadıklarını gözler önüne
seriyor. Bu manzaralar, söz konusu orduların şekillenmesinde rol oynayan ve
"ulus devlet" olarak tanımlanan devlet yapılanmalarının kendi ulusçu
söylemlerinde de gerçekçilikten, samimiyetten son derece uzak olduklarını göstermiştir.
Çünkü bu devletlerin hâkim sistemlerinin korunması için görevlendirilen
orduların, ideolojik çizgilerini meşrulaştırmada kullandıkları söylemlerinde
dayandıkları ulusal temele en önce kendilerinin ihanet ettiklerini, halkları
değil totaliter rejimleri korumak için silahlandırıldıklarını ortaya koymuştur.
Mısır'ın Merkeze
Yerleştirilmesi
Bilindiği üzere İslâm dünyasındaki dikta rejimlerinin sallanmaya
başlamasına neden olan kitlesel direniş, halk devrimlerinin domino taşı etkisi
yaparak özellikle Arap dünyasındaki dikta rejimlerinin arka arkaya devrileceği
beklentisi oluşturdu. Ancak direnişin Suriye'de dar geçide takılması ve
buradaki Baas diktasının katliamlarla ayakta durmaya devam etmesi beklenen
tesirin de takılmasına, ilerleyişinin durmasına neden oldu. Suriye'deki rejimin
ayakta kalabilmesinin sebebi ise sağlanan dış destektir. Bu desteği
sağlayanların başında İran ve Rusya yer alsa da, ABD ve İsrail'in hesaplarının
da Suriye'deki İslâmi hareketin zaferini istememesi sebebiyle Baas diktasının
çok fazla köşeye sıkıştırılmaması yönünde politika izledikleri artık iyice
açıklık kazanmıştır.
Suriye'deki direnişin uzamasını fırsat olarak değerlendirmeye
çalışan uluslararası güçler ve bölgede ayakta kalma çabası sürdüren dikta
rejimleri de zamanı kendi planları doğrultusunda değerlendirmek suretiyle halk
devrimlerinin gerçekleştirildiği ülkelerdeki kazanımları geri almak için
taktikler geliştirmeye başladılar.
Bu taktiklerde Mısır özellikle merkeze yerleştirildi. Bazıları
Mısır'daki bu stratejide gerek yerli, gerek bölgesel ve gerekse uluslararası
güçlerin politikalarını seçimleri kazanan Müslüman Kardeşler'in yanlışlarıyla
izaha çalıştılar. Oysa gerçekten iddia edilen yanlışlar yapıldıysa bunların
daha büyük çapta olanlarına halk devrimlerinin gerçekleştirildiği diğer
ülkelerde rastlamak mümkündür. Bunların ayrıntılarına girebilmemiz için sözü
uzatmamız gerekir. Fakat ortaya atılan eleştirilerde söylenenler eğer iddia
edildiği gibi hata ise bunların daha büyükleri diğer ülkelerde yapılmıştır.
Örneğin devletin siyasi ve hukuki çerçevesini İslâmi temellere dayandıran
Anayasal düzenleme konusunda Libya'da daha belirgin adımlar atıldı. Eski
rejimin yönetim kadrosunda değişiklik yapılması ve yeni anlayışa göre
kadrolaşma gerçekleştirilmesi konusunda Libya, Tunus ve Yemen'de daha cesaretli
adımlar atılmıştır. Dikta rejimi kalıntısı organların yeniden yapılandırılması
konusunda da Mısır'daki yönetim henüz yolun başlangıcındaydı.
Mısır'ın merkeze yerleştirilmesinin muhtelif sebepleri var.
Bunların birincisi Mısır'da diktatörün iktidarına son verilmesine rağmen dikta
kalıntısı kurumların yerinde kalıyor olmasıydı. Halkın direnişine öncülük
edenler 25 Ocak 2011 devriminden sonra kan dökülmesine neden olacak çatışmaya
kapı açmamak amacıyla sistemin yapısında yapılacak değişikliği zamana yayma
yolunu tercih ettiler. Ancak bu arada ordunun hükmettiği bir geçiş dönemine
razı olunması dikta kalıntısı kurumların lehine işleyen bir sürecin başlamasına
yol açtığı gibi Suriye'deki tıkanma da onların karşı devrim planlarını devreye
sokmalarını kolaylaştırdı.
İkinci önemli sebep Mısır'ın Arap dünyasında bir merkezi güç
konumunda olmasıdır. Dolayısıyla geriye dönüş sürecinin Mısır'dan başlatılması
durumunda daha etkili sonuç doğuracağı ümit edilmiştir.
Üçüncü önemli sebep ise Mısır'ın siyonist işgal açısından taşıdığı
önemdir. Darbe sonrasında cuntanın sürekli siyonist işgalcinin güvenliğini
sağlama almaları, Gazze'ye katı abluka uygulamasının bekçiliğine geri dönmeleri
ve Mısır medyasında Filistin direnişi aleyhine yoğun bir propaganda faaliyeti
başlatmaları da geriye dönüş planının önemli bir boyutunun siyonist işgalle
bağlantılı olduğunu gün yüzüne sermiştir.
Halkın Sivil
Direnişine Rağmen Zalimlerin Gücü Silaha Dayanıyor
Mısır'da halkın sivil direnişiyle iktidardan uzaklaştırılan dikta
rejimi ve yine halk devrimiyle indirilen diktatörün adamları silahlarla geri
döndüler. Bunun sebebi ise halkın desteğinden yoksun olmalarıdır. Cuntanın
şiddet ve silah yoluyla hâkimiyetini koruma çabası içinde olması, silahın
gücüyle geri dönmesi ve katliamlarla iktidara tutunma çabaları gayri meşru
olduğunun belgesidir. Halkın desteğinden ve adaletten yoksun olduğu için gücü
sadece silaha ve tehdide dayanıyor.
Böyle olduğunu silahın gücünü kullanarak adeta ülkeyi işgal
edercesine hâkimiyeti ele geçirme çabası içine girmesi üzerine kitlelerin
meydanları doldurarak onu reddetmesi de göstermiştir.
Ramazan'da
Azgınlaşan İnsan Şeytanları
İslam âlemi ne yazık ki bu yılın Ramazan ayını da katliamların,
zulüm uygulamalarının, baskınların ve askeri operasyonların neden olduğu acılar
ve ızdırap içinde geçirdiğinden gerçek anlamda mutluluk ve huzur içinde bir
bayrama kavuşamadı. Ramazan'da her ne kadar cin şeytanlarının bacakları
bağlansa da insanların içindeki şeytanlar yine gemi azıya almış durumdaydılar
ve özellikle Mısır'da, Suriye'de, Arakan'da önemli katliamlar gerçekleştirildi.
Mısır'daki cuntanın silahlı elemanları ve baltacılar olarak
isimlendirilen sokak çeteleri Ramazan boyunca ülkenin her tarafında korku
rüzgârı estirmeye çalıştılar. Fakat bu gündelik şiddetin ve saldırıların halkı,
cuntaya karşı düzenlediği sivil gösterilerden vazgeçmeye zorlayamadığı için bir
sabah namazı vaktinde namaz kılan insanların üzerine silahlı saldırı
düzenleyerek korkunç katliam gerçekleştirdiler. Ne var ki Ramazan boyunca
gerçekleştirdikleri bütün bu saldırıları ve estirdikleri korku rüzgârını
"küçük çaplı" saydıklarından; "Ramazan mübarek günlerdi, o
yüzden fazla bir şey yapmadık ama bayramdan sonra gösteri meydanlarını dağıtmak
için gereken her şeyi yapacağız" tehdidinde bulundular. Bu tehditlerin
ardından da 14 Ağustos Çarşamba günü Kahire'de milyonların toplandığı
Rabiatu'l-Adeviyye ve Nahda meydanlarındaki göstericileri dağıtmak için tam
anlamıyla Moğol istila güçleri gibi saldırı düzenleyerek her iki meydanı da
kana boyadılar. Gerçekleştirilen saldırılar yüzünden bir günde öldürülen insan
sayısı iki bini geçti.
Firavun'un Bayramı
İnsanları Topluca Katletmekle
Suriye'deki Baas diktasının zulüm ve katliamlarından cesaret alan
çağdaş Firavun Abdülfettah Sisi'nin 14 Ağustos'ta Kahire'deki iki büyük
meydanda gerçekleştirdiği büyük katliamlar Suriye'deki diktatör Beşşar Esed'i
cesaretlendirdi. Çünkü bu katliam adeta Beşşar'a insanları "yüz kişilik
gruplar halinde değil bin kişilik hatta çok daha büyük kitleler halinde de
öldürebilirsin" mesajı verdi. Suriye'deki Firavun'un böyle toplu
katliamlar yapabilmesi için kullanacağı en etkili silahlar ise kimyasal
silahlar idi. Dolayısıyla o da elindeki kimyasal silahlardan yararlanarak
savunmasız insanların toplu halde hedef alınabileceği Gota bölgesini ve Şam'ın
diğer bazı kırsal alanını hedef aldı. O da ilk etapta binden fazla insanı
kimyasal silahların tesiriyle toptan imha etti. Yaralananların çoğunun da
durumlarının ağır olması ve sağlık hizmetlerinin vaktinde ulaştırılamaması
sebebiyle ölü sayısı giderek arttı.
Zalimler Katliamları
Normalleştirme Çabasında
Bütün bu katliamların arka arkaya gerçekleştirilmesinin arkasında
duran stratejiyi incelediğimizde bir "normalleştirme" politikasını
görürüz. En önce insanların zihinleri bu tür görüntülere alıştırılıyor ve
"demek ki olabiliyormuş" demeye başlıyorlar. Normalde, ahlâkî ve
hukuki açıdan kötü kötüye gerekçe oluşturmasa da psikolojik olarak insanların
kabullenmeye yöneltilmeleri suretiyle birinin diğerine bir öncül oluşturması,
böylece zamanla "kanıksama" olarak isimlendirilen bir psikolojik
alıştırma sağlanıyor. Bir diğer psikolojik tesiri büyüğün küçüğü gölgelemesi
suretiyle sağlanıyor. İnsanlar her ne kadar büyük katliamlara tepki
gösterseler, birtakım protesto eylemleri düzenleseler de bu büyük katliamların
yanında küçükleri örneğin yüzer kişilik katliamlar yahut ailelerin topluca yok
edilmesi zihnen basite alınıyor; vicdanlar her ne kadar reddetse de "bunun
yanında o ne ki!" demeye başlıyorlar. Bütün bunlardan dolayı zulüm zulme
gerekçe yapılıyor, birinin diğerine perde oluşturması sağlanıyor.
Vicdanları Sızlatan
Manzaralar Vicdansızları Rahatlatıyor
Gerçi bir yandan psikolojik yönlendirme, zihinlerin ve gözlerin
katliam manzaralarına alıştırılması suretiyle kanıksanmasının ve
rutinleşmesinin sağlanması söz konusu olsa da diğer yandan insan vicdanı yine
bunları reddediyor. Ama bütün bunların failleri, birbirlerine gerekçe oluşturma
yarışı içine giren katiller gerçek bayramlarını işte bu manzaraları oluşturdukları
zaman yaşıyorlar. Onların arkasında duran çağdaş emperyalizmin mutluluğu ve
sevinci de bu katliamlarla, korkunç manzaralarla bağlantılıdır. Eğer ki bu
manzaralar onların vicdanlarını biraz olsun sızlatsaydı ellerindeki güç ve
imkânları kısmen de olsa harekete geçirir, devreye sokarlardı. Yani vicdanları
biraz olsun harekete geçerdi. Öyle bir vicdan olmayınca harekete de geçmiyor.
Hakkı ve Adaleti
İsteyen Ümmet Zulmün Hâkim Olduğu Çağın Yetimi
İslâm hakkı ve adaleti temsil eder. Müslüman halklar kendilerine
haksızlık edenlere bile âdil davranmakla yükümlü tutulmuşlardır. Ama adaletin
hâkim olabilmesi için güçlü olması gerekir. Hâkimiyetlerini zulme, haksızlığa
ve yolsuzluğa dayandıranlar ise adaletin hâkim kılınmasını isteyenlerden
rahatsız oluyorlar. Ondan dolayı İslâm'ın adaletini hâkim kılma çabası içinde
olanlardan da rahatsız oluyor, onları sürekli hedefe yerleştiriyor, zulmetme
konusunda herhangi bir ahlâkî sınır dahi tanımıyorlar. O yüzden bugün dünyanın
hemen her tarafında, Müslüman kimliğine sahip çıkma çabası içinde olanlar,
inançlarına bağlı kalmaya çalışan Müslüman halklar böylesine zulüm görüyor,
haksızlığa maruz kalıyorlar.
Dolayısıyla İslâm ümmeti günümüzün yetim çocuğu gibidir. Böyle
yetim çocuk durumuna düşmesinin sebebi ise ümmet bütünlüğünü temsil edecek ve
ümmetin haklarına sahip çıkacak hilafet müessesesine veya benzeri bir merkezi,
ortak otoriteye sahip olmamasıdır. Ümmetin haklarına sahip çıkacak ve güçlerini
bir araya getirmesine öncülük edecek güç birliğinden yoksun kalınca içinde
bulunduğumuz çağın yetim çocuğu durumuna düşmüştür.
Ümmetin Birliğine
Giden Yolda Dayanışmayı Güçlendirmeliyiz
Ümmetin bu durumdan kurtulabilmesi için şimdilik en azından
halkların dayanışmasını güçlendirmemiz, el ele tutuşma çabalarımızı artırmamız
gerekiyor. Onun için de uluslararası emperyalizmin dayattığı ve Müslüman
halkları küçük parçalara ayırmayı hedefleyen ulusçu anlayışların yerine ümmetin
güç birliğini hedefleyen ve sınırları aşan bir ihtimam, gayret, hassasiyet
geliştirmemiz gerekir. Bunu başarmamız imkânsız değildir. Bugün İslamî
duyarlılık taşıyanların en azından coğrafi sınırları zihinlerinden silip
attıklarını, sınır tanımayan bir ümmet bütünlüğü içinde kardeşlerinin
dertlerini dert edinmeye başladıklarını söyleyebiliriz. Bunun pratiğe
yansıtılması konusunda yürütülen çalışmalara da destekçi, bu konudaki
gayretlere öncülük edenlere yardımcı olmak gerekir.
Hiç Kimse Kendini
Önemsiz Saymamalı
Bütün, parçalardan ibarettir. Dolayısıyla hiç kimse kendini bir
fert olarak görmemeli, bir bütünün parçası olarak görmelidir. "Bir kişiyle
ne eksilir?" diye düşünmek yanlıştır. "Fertler bir araya gelmezse
bütün nasıl oluşacak?" diye düşünmek gerekir. O yüzden hiç kimse kendini
önemsiz saymamalı önemli bir bütünün parçası olarak değerlendirmelidir. Önemli
bütünü oluşturma yolunda yeni mesafeler katedebilmemiz için her birimizin
Allah'ın verdiği güç nispetinde ve yüklenmemiz gereken sorumluluk doğrultusunda
bir şeyler yapmamız, katkıda bulunmamız gerekir.
Bugün gerek uluslararası emperyalist güçler, gerekse onların yerli
işgal güçleri böylesine korkunç zulümler yapabiliyorlarsa ümmetin bütünlüğünü
sağlayan, onu güç birliği içinde hareket etmeye yönelten bütünlüğü ve
dayanışmayı kaybetmiş olmamız sebebiyledir. Bütünde dayanışmaya ve güç
birliğini oluşturmaya götürecek yolda yeterince ferdi sorumluluğu
kazanabildiğimiz söylenemez.
Zalimleri geri adım atmaya zorlayacak etken onların veya
kendilerini "insan hakları" bekçisi olarak kabul ettirmeye çalışan
uluslararası güçlerin vicdanları değil hak ve adalet için kendi içlerinde
dayanışma sağlayacak kitlelerin dayanışma ve direnişi olacaktır. Bu dayanışma
ve bilinci yaygınlaştırmak için herkes mutlaka bir sorumluk taşıdığına inanmalı
ve bunu yerine getirme çabası içinde olmalıdır.